Milliyetçilikte ileri bir dönüşüm perspektifi mümkün mü?

Abdullah Öcalan’ın çağrısı, DEM Parti ve Avukatlarından oluşan İmralı Heyeti üzerinden gönderdiği ve 27 Şubat’ta İstanbul’da kamuoyuna açıklanan çağrı geniş yankı yarattı.

“Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” uzun olmasa da içeriği ve ifadeleri bakımından önemli değerlendirmeler içeriyor. Birçok yanıyla değerlendirilecek olan çağrıda esas olarak odaklanılması gereken barış ve demokratikleşme sorunu olmalıdır. Öcalan PKK’ye, tüm gruplarıyla silahları bırakması ve kendini feshetmesi çağrısı yaparken, aynı zamanda sorunu devletin ve milliyetçilerin önüne koymuş oluyor.

Heyette yer alan DEM Parti Milletvekili ve aynı zamanda TBMM Grup Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder’in çağrı metninin Kürtçe ve Türkçe okunmasından sonra Öcalan’ın ağzından aktardığı cümle ise önemli. “Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” ifadesiyle, devletin atacağı adımların önümüzdeki döneme yön vereceği ve yeni aşamaların ancak bu kapsamdaki bir yol açmayla daha ileri mesafelere varabileceği belirtilmiş oluyor.

Her ne kadar bu son cümle metinde yer almasa da, sözlü olarak Öcalan’dan aktarılmış oldu ve bunun devletle oluşan bir mutabakat kapsamında ifade edildiğini düşünebiliriz.

Öcalan’ın bu yeni açıklaması, kendi cephesinden, ilk mesajındaki ifadesiyle “sorunu çatışmalı zeminden siyasi ve hukuki zemine çekme” anlamına geliyor. Burada madalyonun bir yanı silahların bırakılması, PKK’nin kendini feshetmesiyse öbür yanı devletin siyasi ve hukuki zeminine alan açmasıdır.

Öcalan’ın, 40 yıllık çatışmalı sürecin başlatıcı asıl aktörü olarak, böylesine büyük bir tarihsel sorumluluğu üstlenerek silah bırakma çağrısında bulunması, tarihsel analizleri de içeren bir yeniden okuma süreci olarak da anlaşılabilir. Öcalan bu açıklamasıyla; yargılanması sırasındaki savunması ve uzun zamandır çeşitli yazılarıyla dile getirdiği “demokratik ulus” yaklaşımını hem devlet, hem de kendi örgütü için bir siyasi öneriye dönüştürüyor. Çıkış dönemi değerlendirmesi olan “sömürge” tahlili ve “bağımsızlık” talepleri yerine, bir topyekün demokratik dönüşüm öneriyor. Farklı etnik ve kültürel kimliklerden halkların eşitlik temelinde bir arada var olacağı, kendi sözcükleriyle “demokratik bir toplumun inşasına yönelik bir çağrı” yapıyor.

Ortadoğu’nun sınırları cetvelle çizilmiş ülkelerinde, milliyetçi mezhepçi küçük ve otoriter iktidarları; emperyalizm tarafından kolayca denetim altına alındı, denetim altına alınma potansiyeli taşıyor, bölge iktidarları bir çok kez birbiriyle çatıştırıldı, bazen de açıkça emperyalist müdahalelere muhatap oldu. Sonuç olarak Ortadoğu halkları denebilir ki gün yüzü görmedi, baskı, kan ve şiddet eksik olmadı. Halkların gönüllü birliğine dayanan demokratik devletler ve farklı devletlerin barış içinde iyi komşuluk ilişkileri kurduğu yeni bir Ortadoğu, emperyalist müdahalelerin zeminini de zayıflatacaktır.

Öcalan’ın çağrısının özünü, ayrılıkçı ulusal kimlik talepleri değil, toplumsal dönüşümün ortak paydasına dair bir mücadele anlayışı oluşturuyor. Bu çağrıda Öcalan, PKK’nin kuruluşunda teori, program, taktik ve strateji olarak ‘reel sosyalizm’ gerçeğinin etkisinde kaldığını, demokratik kanalların kapalı olması nedeniyle de PKK’nin geniş destek bulduğunu değerlendiriyor, 1980’li yıllardaki silahlı mücadele şartlarının da artık ömrünü doldurduğu tespitini yapıyor.

Bilindiği üzere Lenin tarafından ortaya konulan “ulusların tam hak eşitliği, kendi kaderini tayin hakkı, ulusların gönüllü birliği” başlıkları, sosyalistlerin ulusal soruna dair yaklaşımlarının çerçevesini oluşturur, temeli emekçilerin birliği önündeki ulusal önyargıların aşılmasıdır. Sosyalistler nihai olarak insanın insan tarafından yönetilmesinin bir aracı olarak baskı aygıtı devlete ihtiyaç kalmayacak dünya çapında bir özgürlük toplumu için mücadele eder. Üstün ve hakim ulus iddialarının, zorunlu asimilasyonun olmadığı, hiçbir rengin zorla soldurulmadığı, Yaşar Kemal’in ifadesiyle de “bin çiçekli bir bahçe” güzelliğidir bu.

Ancak, bilindiği üzere Sovyetler Birliği ve halk demokrasisi ülkelerinde sosyalist sistemdeki bozulma, geriye dönüşler ve nihayet 1980-1990’lı yıllardaki resmi çözülüşle birlikte, sosyalizm emekçiler nezdinde yaşayan bir sistem örneği olma rolünü kaybetti. Sonrası itibariyle tek tek ülkelerde sömürünün, dünyada emperyalist saldırganlığın, savaş ve çatışmaların olağanüstü arttığını, emekçilerin sosyal devlete dair kazanımlarının ve insanlığın evrensel demokratik kazanımlarının geriye gittiğini görmek de mümkün. Sosyalizmin sorunları üzerine sosyalistler arasındaki tartışmaların mazisi çok eski, gelecekte de bu tartışmalar sürecektir. O nedenle bu bahiste, bu yazıda daha fazla söz kurmak gereksiz.

Bu yazıda Öcalan’ın çağrısı etrafında Türkiye ve Ortadoğu’da somut sorunlar ve değişim istikameti üzerine bir değerlendirme yapacağız.

Öcalan’ın hapsedilmeden önce de zaman zaman silahlara veda yönlü değerlendirmeler yaptığına ancak uygun konjonktür oluşmadığına, devletin askeri operasyonlar konusundaki ısrarıyla da bu sürecin sürekli ileriye attığına dair kimi görüşler olmuştur. Hatta Özal’ın ölümü de şüpheli bulunmuş, böyle bir çözüm ihtimalini bertaraf etmek için güvenlikçi veya çeşitli istihbarat güçleri tarafından yaşamına son verildiğine dair iddialar ileri sürülmüştür.

Öcalan’ın çağrısı, kapsamı itibariyle silah bırakmanın yanında, Kürt halkının kendi siyasi eşitlik taleplerini demokratik ve barışçıl yollarla ifade etme gücüne, demokratik mücadele birikimine ve kazanımlarına güven tavrı olarak da okunabilir.

Öcalan’ın silahlı eylemlerini sona erdirmesi ve örgütü feshetmesiyle, şiddetten arındırılmış bir ortamın yaratılması önerisi, iktidarların “terör” gerekçeli devlet şiddetinin, sınır ötesi operasyon yapma rahatlığının, içerideki baskı ortamının da gerekçesini ortadan kaldıran bir adım olarak anlaşılmalıdır.

Çağrı, Kürtler için ayrılığı değil, tüm halklarla birlikte ortak demokratik gelecek inşa etmeyi öneren bir perspektife işaret ediyor. Ayrıca çağrının, yalnızca Kürtlerin değil, tüm Türkiye halklarının özgürlük ve eşitlik mücadelesinin daha güçlü bir biçimde temsil edilmesinin olanaklarını genişletme sonucu da olacaktır. Bu açıdan emek eksenli politikalar önündeki zorlukların aşılmasında olumlu bir rolü olabilir.

Bu yeni döneme dair Türk milliyetçiliğinin nasıl bir tutum sergileyeceği önem kazanıyor. Bu sürecin MHP lideri Bahçeli’nin çağrısıyla başladığı biliniyor. Başka bir ‘Türklük sözleşmesi’ tartışmalarının da ucundan başladığı düşünülürse, bu gelişmenin MHP ve onun çevresinde odaklanan kesimler tarafından nasıl ilerletileceği merak konusu.

Türk milliyetçiliğinin emperyalist işgale karşı kurtuluş mücadelesinin şekillendirdiği “mazlum ulus” milliyetçiliği ekseninde bir yanı olduğu kadar, imparatorluk bakiyesi Anadolu’yu kaybetme korkusunun da beslediği bir ruh hali içinde tüm farklı ulus kimlikleri üzerinde hakimiyet kurma, üstün ulus kimliği anlamında “şoven Türk milliyetçiliği” yanı da atlanamaz. Birinci ve ikinci paylaşım savaşı yıllarında Almanya ile kurulan ilişkiler, bu şoven milliyetçiliği besleyen bir rol oynamış, 40 yıllık çatışmalı süreç de bu tür milliyetçiliğin kitle tabanını genişletmiştir.

Güncel durumda gittikçe otoriter-ceberrut devlet uygulamalarının çıtasını sürekli yükselten AKP karşıtlığı ve laiklik hassasiyeti etrafında da başka tür bir milliyetçi siyasetin tabanı genişlemiştir. Ayrıca son yıllarda milyonlarca sığınmacı gerçeğiyle karşı karşıya kalınması, ekonomik ve kültürel sıkışmışlık içindeki halk kesimlerinde bu tür milliyetçi politikaların güçlenmesi sonucunu da doğurmuştur. Bu zemin, AKP karşıtı milliyetçi kesimlerle sosyal demokrat kesimler arasında belli ölçüde yakınlaşmanın da mayası olmuştur. Ancak ‘solcu-ulusalcı’ kesimlerin Kürt sorununda barış ve demokratikleşeme konusundaki tutumu ve son çağrı karşısındaki farklı refleks ve tutumları da başka bir yazı konusu olabilir.

Bu yazıda sağcı-milliyetçi kesimlerin duruşu üzerinde durmaya devam edelim. AKP karşıtı milliyetçiliğin siyasal temsilcileri durumundaki Ümit Özdağ ve Müsavat Dervişoğlu gibi isimlerin süregelen söylemlerine bakıldığında; inkar ve asimilasyoncu yaklaşımla kendi hakim Türkçü milliyetçiliklerini dayatmakta ısrar edecekleri görülüyor. Ancak bu anlayış 21. yüzyılda Türkiye’ye ve Türk halkına da hiç bir fayda sağlamayacak, Türk-Kürt tüm kimliklerden halkın ekmek, demokrasi, özgürlük taleplerini karşılamaktan ve uluslararası planda savaş politikalarının sürdürülmesinin risklerini anlamaktan uzak duruyor.

Milliyetçi kesimlerin karşılaştığı en büyük zorluk, kendi geçmişleriyle yüzleşmek ve milliyetçi korkulara yaslanmak dışında politika araçlarına sahip olmamakla yakından ilgili. Milliyetçi söylemin, ırkçılığa varan Türkçülük anlayışını aşamayan bir kesimin, Öcalan’ın sunduğu yeni çözüm önerisiyle, süreçte yaralanmış Türk ve Kürt kardeşliğini yeniden inşa etme, iki halkın birlikte gelişme olanaklarını kavramaktan uzak olduğu görülüyor.

Şoven milliyetçiliğin ve çatışmalı sürecin beslediği Susurlukvari çeteleşme mahfillerinin de yeni süreçten memnun olmamaları, endişeli olmaları anlaşılır bir durumdur. Ancak, Türk halkının çoğunluğunun da bu türlü milliyetçi reflekslerin, Türk halkına en büyük zararları verdiğini anlayacak bir aklı selim içinde olacağını düşünmek için çok sebep var. Gezi’de hafızalara kazınmış çoğulcu fotoğraf, ortak gelecek için halkların en zor zamanlarda el ele verebileceğini gösteren son örneklerden biri olmuştur.

Bahçeli ve bir bölüm milliyetçi çevrenin ve aynı zamanda devlet içindeki belirli güçlerin tam da bu perspektifle bazı hamleler yaptığı görülüyor. Tam olarak sistematize edilmiş ve kamuoyu ile paylaşılmış düşünceler olmasa da bir yeni Türklük ve yeni Türkiye stratejileri kapsamlı çalışmaların yürütüldüğünü gösteren emareler olduğunu düşünebiliriz.

Türk milliyetçileri için Öcalan’ın bu çağrısı, sadece etnik kimliklere dayalı egemenlik anlayışını değil, aynı zamanda kendi tarihsel miraslarıyla da yüzleşmelerini zorunlu kılıyor. Bu bağlamda, milliyetçi düşüncenin, toplumsal eşitlik ve demokratik değerlerle uyumlu yeni bir perspektif geliştirme gerekliliği ortaya çıkmaktadır.

Milliyetçi kesimler için bu yeni öneriyle olumlu anlamda ilişkilenmek oldukça zorlu bir süreç olacaktır. Ancak bu gelişmeye bigane kalmaları pek olası değil. Halkların inkarına ve bir kimliğin yüceltilip, aynı topraklarda yaşayan ve tarihsel kader birliği yapmış halkları yok sayan inkarcılığın aşılması ile yeni bir safhaya ulaşmanın olanakları yaratılabilir.

Dolayısıyla dönemin esas sorusu: Türkiye’nin demokratik geleceği için mevcut dar ve milliyetçi perspektifin ötesine geçilecek mi, olmalıdır.  Bu sorular, yalnızca Kürtler ve Türkler arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda inançlar alanını ve Alevileri de kapsamak üzere tüm Türkiye’nin toplumsal yapısını ve kültürel çeşitliliğini yeniden şekillendirecek bir içsel sorgulamayı da beraberinde getiriyor.

Öcalan’ın çağrısıyla oluşan sorulara verilecek yanıtlar, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin ve halkların ortak geleceğinin nasıl şekilleneceğine dair belirleyici olacaktır. Zira Öcalan’ın önerdiği dönüşüm, yalnızca bir halkın değil, tüm Türkiye halklarının ortak mücadelesinin zeminine katkı sunacaksa, bu, halkların birleşik bir şekilde demokrasiye doğru atacakları adımların gücüyle mümkündür. Ve bu sürecin sonunda, Türk milliyetçiliği gibi dar perspektiflerden öte, daha kapsayıcı ve özgürlükçü bir toplumun temelleri atılabilir. Bu yönde ilerleme sağlanabilirse, bu değişim, halkların eşit haklar ve özgürlükler temelinde bir arada var olabileceği demokratik bir toplum kurmanın olanaklarını genişletir.

Sonuç olarak, Öcalan’ın çağrısı, halkların birlikte çatışma sürecinden uzaklaşarak rahat bir nefes almasına olanak yaratacaktır. Çağrı, silahtan ve şiddetten arındırılmış bir sürece zemin yaratırken, yeni dönemin siyasi atmosferinin demokratik ve hukuki zeminde değişimi için önemli olanaklar yaratıyor. Bunun değerlendirilmesi için başta devlet ve PKK olmak üzere tüm toplumsal kesimlere sorumluluklar yüklüyor.

Türkiye’nin tüm halkları için ortak bir geleceğin inşasına dair fırsat sunmakta olan bu çağrı, kendi zemini içinde önemlidir. Mevcut dar ve milliyetçi perspektiflerin aşılması; halkların birleşik mücadelesinin olanaklarını genişletecek, emekçiler, yoksullar, kadınlar ve gençler arasındaki ulusalcı önyargıların aşılmasını sağlayacak, talepler etrafında ortak mücadelenin büyütülmesine katkı sunacaktır. Demokratik bir Türkiye’nin temelleri, ancak halkların eşitlik, özgürlük ve adalet temelinde birlikte hareket etmesiyle atılabilir. Daha ilerisi için ise zemin ve olanak yaratacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir